Köşe YazılarıYazılar
Kuveyt’ten Kayseri’ye bir yol
Türkiye-Kuveyt arasındaki tarihi ve güncel ilişkiler, Osmanlı tarihi ve bölgeyi ilgilendiren hususlarda bir dizi konferansa, Divaniyeye katılmak üzere Kuveyt’teyim. Kuveyt’teki Divaniye geleneğine daha önce değinmiştim. Kesinlikle sosyolojik olarak incelenmeyi ve kamusal alanın olabildiğince geleneksel, organik bir boyutu olarak üzerinde durulmayı hak eden oldukça köklü bir toplumsal kurum. Katılabildiğimiz bütün Divaniyelerde tabii ki Türkiye’ye büyük bir ilgi var, çünkü Kuveytliler Türkiye’yi adeta ikinci evleri gibi görüyorlar. Tanıştığımız her üç Kuveytliden neredeyse ikisi yakın zamanda ya Türkiye’ye gidecektir veya Türkiye’den gelmiştir, orada bir evi, bir yatırımı veya üniversitede okuyan bir evladı veya hastanelerinde gördüğü bir tedavisi vardır.
Bu durum Katarlılar için de son zamanlarda yeniden işlemeye başlayan trafik dolayısıyla Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ummanlılar için de geçerli. Bu ülkelerden Türkiye’ye son zamanlarda akan turizm trafiği ister eğitim, sağlık, kültür-inanç-tarih veya iktisadi yatırım düzeyinde Türkiye için artık önemli bir kaynak haline gelmiş durumda ve bunun daha da gelişmesi bekleniyor, gerekiyor. Bugün Türkiye’nin özellikle Körfez ülkelerinden çektiği bu yatırımlar İngiltere, Hollanda, İtalya veya Fransa’nınkiyle hala karşılaştırılamayacak durumda. Bu trafiğe Türkiye’nin çok ihtiyacı olduğu, Türkiye’ye çok kazandıracağı çok açık. Daha da artması yolunda ise aslında Körfez Araplarından yana çok büyük bir arzu var.
Zannedildiğinin aksine ortada eşit seçenekler olduğunda asla Türkiye’ye başka bir Batı ülkesini çok azı tercih edecek, ve ama ancak…
Türkiye’nin yabancı yatırımcılar için gerçekten uygun ve teşvik edici bir ortam sunup sunmadığı hususu giderek ciddi ve Türkiye aleyhine algılar besleyen bir gündem oluşturuyor. Yabancı yatırımcılar için halen sistem içindeki zorlaştırıcı bürokratik engellerle ilgili ağzını açtırdığımızdan bin ah işitiyoruz.
Gerçekten gerek ticaret bakanlığımızın gerek göç idaremizin gerek çalışma bakanlığımızın el birliği ederek Türkiye’nin yabancı yatırımcı konusunda ne kadar elverişli olduğu üzerinde ciddi çalışmalar yürütmesi gerekiyor. Türkiye’de yatırım yapan yabancıyı yaptığını yapacağın bin pişman eden süreçler işliyor ve bunun farkında bile değiliz. Doğrudan saha verileriyle, gerçek tecrübelerle insanlar dinlenmeli ve sistem içindeki uyum sorunları giderilmeli. Kâğıt üzerinde hiçbir saha tecrübesinden geçmemiş sistemlerle yabancı yatırımcı celbedilmiyor. Bugün hiç beğenmediğimiz, Türkiye’nin kulvarında olmayan bazı ülkelerin yabancı yatırımcı çekmek için çok daha cazip hale gelmiş olduğunu duymak çok üzüyor.
Bunların üstüne tabii son zamanlarda artmış olan yabancı düşmanlığı en ciddi şikâyet konusu. Türkiye’yi sevdiği için, bilhassa Türkiye ile kalbi bağlar hissettiği için yatırım için, eğitim, sağlık-tedavi veya normal turizm için Türkiye’yi tercih edenlerin Türkiye’de son zamanlarda maruz kaldıkları olaylar başka hiçbir ülkede başlarına gelmiyor. Bu konunun, kaba ve yoz bir Arap düşmanlığının Türkiye’nin güvenliğini, imajını, marka değerini ve değerler düzeyini tehdit eden çok daha ciddi bir sorun haline gelmiş olduğunu ne zaman görüp tedbir almaya başlayacağız?
Çoğu katılımcısı Türkiye’de ciddi yatırımları bulunan bir Divaniyede tam da Türkiye’nin Suriyeliler için 13 yıl boyunca yapmış olduklarını anlatmaya çalıştığımız bir sohbetin ortasında Kayseri’de yaşanan vandal ırkçılık hadisesiyle ilgili haberler medyaya düşmeye başladı. Ne yazık ki hiç şaşırtmayan bir gelişme. Geçimini ırkçı kışkırtmalardan, cehalete yatırım yapan manipülasyon-larından sağlayan siyaset vandallarının şu ana kadar yaptıkları tahriklerin böyle bir sonuç vermesi beklenebilirdi.
Aslında bunun beklenebiliyor olması ne yazık ki kendimize yine çuvaldız batırmamız gereken hususlardan. Bu kışkırtıcılığın, bu tahriklerin yasalarımızda bir karşılığı olmalı. Belki başlı başına ırkçılık ifade özgürlüğü kapsamına girebilir ama halkı yalan dolanla, nefret söylemleriyle birbirine karşı tahrik etmek, cürüm işlemeye kışkırtmak bir ifade özgürlüğü kapsamına girmez. Olayın geldiği aşama açıkça terördür ve bu ırkçı tahrikin böyle cana, mala zarar verecek boyutlara geleceği aşikâr. Buna hala neden dur denilmiyor olması sorulması gereken bir husustur.
Zannedildiği gibi yabancı düşmanlığı toplumda var da birileri buraya tezgâh açıyor değil. Birileri buraya tezgâh açtığı için yabancı düşmanlığı, nefreti ve onlara karşı suçluluk isteği insanlar için mümkün bir seçenek haline geliyor. Bu yolun behemehal kapanması gerekiyor. Bu yol tıkandığı zaman emin olun Türkiye’de sığınmacılara karşı doğal olarak oluşabilecek hoşnutsuzluklar normal sınırlarına çekilir. Nefret söylemleri ve ırkçılığın bir siyasi geçim kaynağı olmaktan çıkarılması için gerekli tedbirler alınmalıdır.
Doğrusu, Suriye ile son zamanlarda gündeme gelen yakınlaşmaya karşı çok ciddi rezervlerim var olsa da, Kayseri olayını ilk duyduğumda bu yakınlaşmayla ilgili olduğunu düşünmekten kendimi alıkoyamadım.
Nitekim ilk soruşturmalar Erdoğan’ın Esad ile görüşme ihtimaline dair son söylediklerinin bir yerlerde taşları yerinden oynatmış olduğunu gösteriyor. Nasıl oynatmasın ki? 13 yıldır bir şekilde devam etmekte olan Türkiye-Suriye ilişkileri birçok alanda ve bilhassa uluslararası ilişkiler düzeyinde bir statüko oluşturmuş durumda. Bu statüko Türkiye’nin oluşturduğu değil, hatta belki içine çekildiği bir statüko. Bu statükonun içinden ABD’nin bölgede konuşlanması ve İsrail lehine, Türkiye ve bölge halkları aleyhine kurmaya çalıştığı bir düzen var. Bu planın devam edebilmesi için Türkiye-Suriye ilişkileri konusunda her şeyin aynı şekilde devam etmesi gerekiyordur. Ancak birinin taşları bir şekilde yerinden oynatması onlar açısından bir çuval inciri berbat edebilir. İlk başta kesinlikle hoşnut olmadığım bu hamlenin sadece bu açıdan bile bir şeylere değebileceği düşünülebilir.
Ama herhangi bir hamlenin etkili, geçerli ve faydalı olabilmesi için özellikle 13 yıldır ülkelerinden tehcir edilmiş Suriyeliler açısından bir şekilde kabul edilebilir olması şarttır. Çünkü sorunun aslı Türkiye ile Suriye rejimi arasında değil, Suriye rejimi ile kendi halkı arasındadır. Bunun için daha önce Katar Üniversitesinden Prof. Muhtar el-Şankıti ile önerdiğimiz bir adımın atılması şarttır. Halep’in geçici olarak da olsa Esad’ın kontrolünün dışına çıkarılması, belki Türkiye ve Rusya’nın garantörlüğünde belki BM’nin kontrolüne verilmesi şarttır. Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin çoğunluğu Haleplidir ve onların isteyerek geri dönebilmesi için böyle bir geçiş dönemi şarttır. Öbür türlü Türkiye ve Suriye arasında hangi düzeyde yakınlaşma olsa da Suriye halkına geri dönebilmek için bir güven temin ve telkin etmez.